Üçüncü şahısla feminizm ya da tek parti döneminde mecliste kadın olmak. Meclisin ilk kadın milletvekillerinden Mihri Pektaş anlatıyor.

TARİH

YAZI

Malatya Mebusu Bayan Mihri Pektaş

Yedigün dergisinin 10 Mart 1937 sayısı pek bereketli çıktı. 1937 Kış Modası ve kısa saçın memleket ekonomisine zararlarından sonra, sadede, bence derginin bu sayısının bombasına geliyorum. Aşağıdaki röportaj 1935 seçimlerinde ilk kez meclise giren 18 kadın milletvekilinden biri olan Malatya milletvekili Mihri Pektaş’la yapılmış. Tehlikeli sulara her yaklaştığında manzara tasvirleri, kanarya sesleri ve Mihri Hanım’ın domestik marifetleriyle kesilen röportaj, devlet feminizmiyle, bir kadın olarak erkeklerin dünyasına layık olduğunu kanıtlama arzusu arasında kalmış bir kadının portresi olarak okuduğumda acı bir tat da bıraktı bende. Acaba ‘Bizde feminizm O olsun demiş ve olmuştur’ derken, ‘Bu bahiste kullanılacak sığa üçüncü şahıstır’ derken samimi düşüncelerini mi ifade ediyordu, yoksa 1927-1946 yılları arasında %99.94 evet oyu veren bir ‘demokrasi‘nin kadın-erkek ayırt etmeden iktidarın lütfuna mazhar olma zorunluluğuyla mı konuşuyor bilemiyorum tabii. Ama bir lütuf olarak üçüncü şahıslar tarafından bahşedildiği iddia edilen hakların, nasıl en nihayetinde hak sahiplerinin aleyhine döndüğünü, nasıl Meclis’te temsil hakkı elde etmiş bir kadının temsil etmekle yükümlü olduğu kişiler yerine, kendisine temsil etme lütfunu bahşettiğini düşündüğü kişilerin ağzından konuşmaya başladığını çok güzel anlatıyor.

 

*

Bebek iskelesinden sandala atladığım zaman, henüz saat on birdi. Koyda güzel bir bahar sabahının yavaş yavaş öğleye yaklaştığını anlatan levhalar var… Durgun suyun üstünde adeta kürek çekmeden kayıyoruz. Gözümün önünden Bebek yalıları bir bir geçiyor. Bebek ve Büyükdere: Yeryüzünün cenneti, Boğaziçi’nin en güzel iki köşesi… İkisinde de güzelliklerinin takdir edildiğini gösteren işaretler göze çarpıyor. Yeni, fakat üslupları birbirine uymayan, güzel ve çirkin yalılar… Bebek’te daha çok apartmana ehemmiyet verilmiş… Kırmızı yalının teşkil ettiği çıkıntıyı döndük, biraz daha ilerledik, akıntıya varmadan sandal durdu: Gideceğimiz yere varmıştık…

 

Burası, Tevfik Fikret’in son şiirlerinin altına adını veren bir yer: Kayalar… Boğazın en dar geçidi… Karşıda İstanbul’u bir asıra yakın yabancı bir bakışla seyreden Anadoluhisarı, yanında Göksu ve Küçüksu Kasrı… Önümde ikiye ayrılan bir patika: Sağ yol, Rumelihisarı’na çıkıyor, sol yol da Malatya saylavı Mihri Pektaş’ın köşküne…

 

Screen Shot 2013-09-17 at 11.03.03 PM

 

Şair Nigar binti Osman’ın yattığı Hisar mezarlığı, Boğaz’ın en güzel yerlerinden biri… Fikret’in Aşiyan’ı, Robert Kollej’in eteklerinde ve manzaranın tam üstünde, düşünmekten ziyade düşündüren bir hal taşıyor… Sol patikadan ağır ağır çıkıyorum. Hem dar, hem yokuş, hem bakımsız bir yol… Bir köşe dönüyorm, bir daha, nihayet muazzam bir kaya üstüne yerleşmiş güzel bir köşkle karşılaşıyorum, geniş ve işlenmiş bir bahçe ortasında, ince bir zavkin mahsulü, güneş gören pencelerinde bir iki şemsiper, sarı bir köşk…

 

Salona girdim, Hizmetçi: ‘Bir dakika…’ dedi ve tamam bir dakika sonra Bayan Mihri kapıdan göründü. Bir dakika, yol yorgunluğunu gidermeye kafi gelmişti, rahat rahat konuşabiliyordum. İlk kadın saylavlarımızdan biri olan Mihri Pektaş, en nazik bir ev sahibi tebessümü ile, hatırımı sordu, ve:

 

— Benim sorup araştıracağım yalnız hatırınızdı, ona da cevap verdiniz… Şimdi sıra sizin. Bakalım ben de cevap verebilecek miyim?

 

Dedi. Gülüştük. Açık mavi gözlerinde esaslı bir kültürün parlattığı, ince bir zeka ile suallerimi bekler gibi yüzüme baktı. Hemen sordum:

 

— Hayatınızın kısa bir hulasasını sizden dinleyebilir miyim?

 

Tereddüt etmeden anlatmaya başladı:

 

— 1895’te, babam memur olarak bulunduğu Bursa’da dünyaya geldim. Fakat İstanbul’a çok küçükken dönmüşüm. Bütün hayatım burada geçti… İlk önce beni babam okuttu, ilk gittiğim mektep Kızıltoprak’taki Zühtüpaşa iptidaisi idi. Sarıklı hocaların falaka ile okuttuğu bu mektep, tam tipik bir mahalle mektebiydi. Bir çoğumuzun hayatına giren bu mahalle mektepleri, o sıralarda memleketin en yoksul, kirli çocukları ile omuz omuza geçirdiğimiz mektep hayatları da gösteriyor ki, biz Türkler, yaradılış itibarıyla, demokratlığı inkar edilmez bir milletiz. Meşruiyet ilan edilince, o sene, Kolleje girdim ve birinci sınıftan başlayarak sekiz sene orada okudum. Bunlar hayatımın hem en tatlı, hem en acı günleri idi…

 

Mektep hayatının neden tatlı olduğunu söylemeye hacet yok. Acı olmasının sebebi, tahsil hayatımıza, hem Balkan harbinin, hem de Umumi harbin karışmasından ileri geliyordu. Şüphe yok ki, kozmopolit bir muhitte böyle seneler daha acı, daha güç geçer! Belki zamanın, belki de babamla hocalarımın tesiriyle biz çok idealisttik. Birçok şeyler yapmaya hazırlanıyor, muhitimizin bizi kollarını açarak beklediğini tahmin ediyorduk. Meğerse aldanmışız!

 

Screen Shot 2013-09-17 at 11.02.51 PM

 

1916’da mektebi bitirdim, daha şahadatname almadan direktörümüz doktor Patrik bana Kollej’de kalmamı teklif etti. Fakat babam mutlaka bir Türk mektebinde hocalık etmemi istiyordu. O zaman, Maarif nazırı Şükrü idi. Taşraya gitmeye de hazırdım. Maarif birçok masraf ederek Kollej’de talebe okuttuğu halde kendi hesabına tahsil eden ben, bir türlü bir hocalık bulamadım! Ve neticede Kollej’in teklifini kabul ettim. Ben bundan tabiatiyle memnundum, çünkü o sırada Hüseyin’le nişanlanmıştık ve ikimiz de komşu mekteplerde bulunacaktık. O erkek Kollejinde, ben kız Kollejinde! Babam o yaz öldüğü için evlenmemiz ertesi seneye kaldı ve kızım Necla doğuncaya kadar (1918) hocalık ettim. Dört sene sonra çocuklarım büyümüşlerdi, tekrar mesleğe atılarak Bezmialem kız lisesinde bir sene İngilizce muallimliği ettim, fakat bundan sonraki meslek hayatım asıl Robert Kollej’de geçmiştir. On üç sene bu mektepte kaldım ve talebelerim duymasın ama erkek talebeyi kızlara tercih ettim.

 

 

 

Birinci sualin cevabı bitmişti ki, verandadan makaralarını salıveren bir kanaryanın sesi işitildi. Bu ses, beni, bir parça da etrafla meşgul olmaya sevketti: Duvarda ressam Şevket’in bir iki tablosu: Cami ve Hisar… Sağ köşede bir şömine, üstünde Tevfik Fikret’in büstü… Kitapların ağırlığından güç dönen bir etajer, kitaplarla dolu raflar, verandada zengin yapraklarını sarkıtan Palmiyeler… Holde bir radyo: Reklam olmasın diye markasını söylemeyeceğim… Bir köşk, bir salon ki, sevilerek meşgul olunmuş ve sevilecek bir hale getirilmiş… Burada konuşulan şeyler de temiz ve samimi olmak gerek.

 

— Biraz da hocalarınızdan bahseder misiniz?

 

— Türk hocalarım, sırasıyla, Nakiye, Tevfik Fikret, Fazıl Ahmet ve Rıza Tevfik’ti… Bayan Nakiye ilk seneme tesadüf eder. Bu siyah çarşaflı, tatlı sesli, zayıf genç kadınla bir gün gelip de Türk kadınlığını ve Türk milletini Milli Mecliste beraber ve ilk olarak temsil etmek şerefinin bizim payımıza düşeceğini, eminim ne o, ne de ben düşünmemişizdir. Bende ve hepimizde en uzun ve en derin tesir, Fikret’inki olmuştur.

 

O zaman Kollejdeki Türk kızları çok değildi. On beş, yirmi kişi var, yoktu. Kimimiz Dam du Siyondan, kimimiz rüştiyeden, kimimiz idadiyeden, kimimiz de ya iptidaiyeden, ya doğrudan doğruya evimizden geliyorduk. Bu karmakarışık sınıfı Fikret, o engin şahsiyeti ile adeta hipnotize ederek idare ederdi. Ne okurduk, ben de bilmem! Herhalde mevzu, başımızdan epey yüksek olacak. Fakat şimdi düşündüğüm vakit görüyorum ki hafızamda canlanan bir yığın eyit ve mısra kırıntıları ile bu adam, bize her şeyden evvel okumak ve okuduğumuzu duyarak tatmak zevkini vermiştir… Eskilerden Fuzuli, Nedim, sonra bilhassa Hamit, Ekrem ve Cenap: Bu karmakarışık ses, renk ve imaj akıntısının yarattığı bir memleket nostaljisi… Bir kere, Fikret’in tesirine kapılan, kolay kolay kurtulamaz. Sesi güzel, kendi güzel, üstü daima temiz, bütün manasıyla centilmendi: ‘İnsan pürüzsüz olmalı!’ dediğini çok iyi hatırlarım. Kendisi de bize hakikaten pürüzsüz gözüküyordu. Bu, Fikret’in son seneleri, uzun hastalığının kendisini için için yiyip bitirdiği senelerdi. Onun için daima çok acı, titiz ve bedbindi ve bizi biraz hırpalardı. Fakat biz kendisini yine severdik…

 

Dört sene büsbütün yattı ve yerine Fazıl Ahmet’i gönderdi. Bunlar, harbin kötü seneleriydi. Bay Fazıl Ahmet, Arnavutköyü’nün tepesine ancak vakit buldukça uğruyor ve bize doyulmaz saatler yaşatıyordu. Zorla geldiği muhakkaktı. Sınıflarda ancak, kendi tabirince Kozöri yapabiliyorduk. Fakat ona tahrir vazifesi yapmayı çok isterdik. Çünkü tenkidi o kadar hoştu. Bize kendi kendimize gülmesini öğretmiş, aynı zamanda Yahya Kemal’i de tanıtmıştı. Yazık ki bir sene kaldı ve yerini Rıza Tevfik’e bırakarak çekildi.

 

Bu sonuncu bize sözde tarih okutacaktı: Her gün sultan Osman’dan başlıyor, Selim’e gelip dayanıyordu! Ondan öteye bir adım atamadık. Tatlı söylemekle beraber, mevzuu öyle bir dağıtıyordu ki… Hepimiz gayret etsek toparlayamazdık. Sınıfta laubalilik son dereceyi bulmuştu. Bize erikler, şekerler getiriyor, kazara azarlayacak olsa, talebe kendisine küsüyordu. Barışmak için, elinde bir kutu şokola, koridorlarda dolaşıp durduğunu görürdük. Yalnız tekke edebiyatının zevkini kavramış bir adamdı. Bu zevki bize de vermiştir.

 

— Talebelik hayatınızı dinledim… Ya muallimlik hayatınız?

 

— Onu da benim talebem anlatsın… Ancak, ben muallimliği çok severek yaptım. Fakat ideal hoca olmadığımı tahmin ediyorum. Çünkü bir zaafım vardı: Sınıfta en tembel talebe kimse ona musallat olur, iyi talebe ile meşgul olmazdım. Pedagojik bir kusur…

 

Screen Shot 2013-09-17 at 11.02.27 PM

 

— Meslek kadını ve ev kadını…

 

Sualimi yarıda bıraktı:

 

— Böyle iki sınıf var mıdır? Varsa kimlerdir? Bazı kadın fırsat bulmuş, okumuş, bazı kadın mecbur olmuş, çalışmış, bazı kadın şahsiyetini ev haricinde tekamül ettirmek arzusunu duymuş, bazılarının da ‘kısmet’i çıkmış, evlenmiştir. Bütün bu evlenen kadınlar aynı sınıftan mıdır? Her işini kendi gören bir aile kadını ile hiçbir işini kendi görmeyen bir aile kadınını nasıl aynı sınıfa koruz? Hayatta çalışanlarla çalışmayanlar, çalışmaya mecbur olanlarla olmayanlar, çalışmayı sevenlerle sevmeyenler vardır: Kadın olsun, erkek olsun! Mesela, kadın benliğinin uyanmasında ve şahsiyetini tekamül ettirmeye müsait muhit bulmasındadır ve her memlekette biraz geri, biraz ileri, fakat muhakkak surette cereyan budur. Her kadın, istediği erkeği bulunca derhal evlenir ve evine, çocuklarına bütün varlığını hasreder. Bu, onun bir saadetidir. Fakat aynı zamanda her kadın, okumak fırsatını bulursa, mutlaka şahsiyetini tekamül ettirmek için kiler ve dikiş haricinde bir saha bulur, daha genişler. Buna hiçbir kuvvet mani olamaz ve olmamalıdır da… Zaten feminizm nedir? Erkekle kadının müsavi oldukları iddiası değil, kadına insanlık ve vatandaşlık hususunda müsavi haklarının verilmesi davasıdır. Yoksa tabiyatın vermediği bir müsavatı (eşitliği) insanlar nasıl yaratabilir? 

 

Bu sırada Bay Hüseyin Pektaş, yazlık kostümü ile içeri girdi:

 

— Tam vaktinde geldim… Erkeklere kaside okunurken!

 

Mihri Pektaş, zeki ve samimi ifadesiyle, sualin cevabını tamamlamaya çalışıyordu:

 

Kadın dahi olamazmış… Varsın olmasın! Fakat doktor olmak istiyorsa, olabildiği kadar, yani bir Mediyokr (ortalama) doktor da o olsun… Görüyorsunuz, Madam Küri’den falan bahsetmiyorum.

 

— Ya kadın çalışmasının iş buhranı vücuda getirdiği iddiaları hakkında ne dersiniz?

 

— Kadınların çalışmasının işsizliğe sebep olması iddiası boştur. İşsizlik kadının çalıştığı sahalarda değildir. Bilakis kadının kazanıp getirdiği para, o ailenin istihlak kabiliyetini artırır ve ailelerin istihlak kabiliyeti ne kadar genişse memleketteki fabrika ve tezgahlar da o nisbette işler…

 

Final Phase Digital

 

Derin mevzulardan sıyrılmak için:

 

— Seyahat hatıralarınızdan da bahseder misiniz? dedim.

 

— Seyahat hatıralarımı mı soruyorsunuz? Bilmem ki hangisi sizi alakadar eder? Lozan… Hayatımdaki en büyük Privilej’lerden (ayrıcalık) biri de Lozan’ı yaratmak için nasıl çalışıldığını yakından görebilmek fırsatına nail oluşumdur. O ne derin sevinçti! Büyük başarının verdiği gurur, ilerisi için sonsuz ümitler ve önüne geçilmez bir atılmak hevesi… Düşünüyorum: Duyguların en tatlısı sonra geldi. Yani, bunların hiçbiri, meşruiyette hissettiklerimiz gibi cılk çıkmadı, adım adım büyüdü ve tatmin edildik… Londra’da ilk resmi seyahatim olduğu için çok heyecanlı idim. İngilizleri, ev sahibi olarak çok nazik ve sevimli buldum. İngiltere, feminizmin ebedi yurdudur. Onun için bana gösterilen alaka inanılmayacak kadar genişti.

 

Her taraftan gazete muhabirleri, fotoğrafçılar, davetler ve bir sürü konferans teklifleri… Vaktin darlığından bir kısmını atlatmak lazım geldi. Fakat bir çayda, bir feminist grubuna, birdenbire bir iki söz söyleyecektim. Hayatımda ilk defa böyle bir şeye maruz kalıyordum. Neler dediğim pek hatırımda yok, fakat Hear! Hear! sözleri sağdan soldan geldikçe, gösterilen alakaya şaştım. Bu dikkati ifade eden, dikkate davet eden bir sözdür!

 

— En fazla meşgul olduğunuz şeyler… Tabii ev haricinde, ev işinden başka?

 

— Okumak… Şiiri arasıra severim. Fakat tarih, biyografi ve romanı her zaman ararım… En sevdiklerim son senelerin realist romanlarıdır. İngilizlerden Hardi, Vels, Amerikalılardan Siuclaire, Luis, İskandinavyalılardan Sigfrid Undset’i çok okudum. Bizde Edebiyat-ı Cedide’yi bir kere daha okuyabilmeme imkan yoktur. Reşat Nuri ile Yakup Kadri’yi çok severim ve Halide Edib’in son üç romanını… İlk yazdıklarına biz yaştakilerin tahammül edeceğini zannetmiyorum.

 

Screen Shot 2013-09-17 at 11.02.40 PM

 

— Son bir sual: Bizde feminizm…

 

Bayan Mihri Pektaş, son cevabını ağır ağır ayağa kalkarak verdi:

 

— Bütün dünyanın senelerden beri bin türlü mücadelelerle elde ettiği bir takım haklar, birkaç senenin içinde bizim oluverdi. Kadınlığımızın bu hakları kendi kendine aldıklarını söylemek, tabii çok yanlış. Bu bahiste kullanılacak sığa üçüncü şahıstır:

 

Verdi! Mukaddes kitaptaki Hilkat hikayesini elbette bilirsiniz: Dünya karanlık, karışık ve şekilsizdi. Kaynaşan suların üzerinde rüzgarlar esiyordu. ‘O’ bu karanlıkta ışık olsun dedi, ve ışık oldu… Bizde de feminizm bu şekilde vücut bulmuştur. ‘O’ olsun demiş ve olmuştur… Ve şimdi asıl mesele, benliğini bulan kadının bu kuvvetini nasıl sarf edeceğidir!

 

*

Bu noktada Nezihe Muhiddin’i hatırlıyoruz: http://www.5harfliler.com/nezihe-muhiddin/

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YSMS’leriniz Google’ın Yasaklı Kelimeler Listesiyle Güvende
SMS’leriniz Google’ın Yasaklı Kelimeler Listesiyle Güvende

Android, büyük aşkım, gel birbirimizin kelimelerini tamamlayalım.

TARİH

YNezihe Muhiddin Hanım Ne Alemde?
Nezihe Muhiddin Hanım Ne Alemde?

Seçme ve seçilme hakkını kazanmamızın 79. yıldönümünde 1935 yılından bir Nezihe Muhiddin röportajı...

MEYDAN

YAraba Aldığım Gün Kadın Oldum
Araba Aldığım Gün Kadın Oldum

'Çok güzelsin yavrum' dedi. O güne kadar sadece sakattım. Araba alınca birden kadın olmuştum. Güldüm, teşekkür ettim.

MEYDAN

YKadının Adı Devletten Siliniyor: Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Kapanıyor mu?
Kadının Adı Devletten Siliniyor: Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Kapanıyor mu?

27 Kasım 2013 günü haber ajanslarının yayınladığı haberlere göre AKP hükümeti, Meclis'teki Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nu (KEFEK) kapatıp, Aile ve Sosyal Politikalar Komisyonu’na dönüştürmek istiyor! Eşitiz basın açıklaması:

Bir de bunlar var

Bitimsiz Düşüşüyle Yeşilçam’ın Küçük Hanımefendisi
Susan Sontag, Ayıcık
Dior Modelleri, 1959’un Moskovası

Pin It on Pinterest